8 Kasım 2015 Pazar

Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Barış Bıçakçı)

Kasım aynına, ilk defa bir kitabını okuyacağım Barış Bıçakçı ile başladım. Bizim Büyük Çaresizliğimizi, daha önce birçok kez duymuştum, internette de hakkında güzel yorumlar görünce, artık bir okuyayım dedim :)
Barış Bıçakçı'nın bu kitabı, İletişim Yayınlarından ve 167 sayfacık, kısa bir kitap. Roman, trajik bir kaza ile başlıyor. Liseden beri yakın iki arkadaş olan Çetin ile Ender aynı zamanda ev arkadaşıdır.  Bir gün Amerika'da yasayan yakın arkadaşları Fikret'in ailesi bir trafik kazasında ölünce, Fikret'in üniversitede okuyan kardeşi Nihal'e, evlerinin kapılarını açmak zorunda kalırlar. 35'li yaşlarında, yolun yarısında olan bu iki dost zamanla Nihal'e karşı karmaşık duygular beslemeye başlar, Nihal'a karşı hem abi hem ebeveyn hem arkadaş gibilerken, ikisi de genç kıza aşık olurlar. Çetin ile Ender'in birbiri ile olan dostlukları eşsiz , Nihal'e olan aşkları da bir o kadar imkansızdır.
Kitap konusunun sadeliğinin aksine çok akıcı. Bunda kesinlikle yazarın, birisi ile sohbet ediyormuş gibi samimi bir dille anlatmasının etkisi olduğunu düşünüyorum.
Kısacası, kitabı iki günde bitirmemden de anlaşılacağı üzere, oldukça beğendim. Öyle ki, yakın zamanda filmini de izleyebilirim :)

İyi okumalar!  * * * *

Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Barış Bıçakçı

İletişim Yayınları
12.Baskı
167 sayfa



4 Kasım 2015 Çarşamba

Bir Haz Markası: Beautiful You (Chuck Palahniuk)

Bitmek bilmeyen kitap yazmışlar ! Evet ne yazık ki, Chuck Palahniuk'un Bir Haz Markası kitabı için düşüncelerim bu yönde. Nerede O muhteşem Dövüş Kulübü, nerede bu kitap.
"Ezik çağdaş erkek ruhunun klasikleşmiş portresinin çizildiği, Dövüş Kulübü'nün yazarı şimdi de kadın hazzına dair karanlık pazarlama imkânları hakkında bir roman kaleme almıştır. Kız kardeşler bir başlarına haz alabileceklerdir. Ve bunu habire, defalarca, durmadan yapacaklardır… Penny Harrigan Manhattan'daki büyük bir hukuk bürosunun alt kademe çalışanlarından biridir. Asansörü bile bulunmayan tek yatak odalı bir apartman dairesini iki arkadaşıyla paylaşmaktadır. Hak getire bir aşk hayatı vardır. "Orgazm-Pınarı" lakaplı, yazılım mega-milyarderi, dünyanın en nefes kesici ve en başarılı kadınlarının sevgilisi, seçkin C. Linus Maxwell tarafından akşam yemeğine davet edilince aklı başından gider. Maxwell, bu yemek sonrasında Penny'yi Paris'e uçuruverir. Onu orada günler boyunca, aralıksız hazzın akla hayale gelmez doruklarına ulaştırır. Peki, bunun nesi hoşa gitmez? Şu: Penny, dünya çapında Beautiful You adlı marka şemsiyesi altında pazarlanacak bir dizi ürünün geliştirme sürecindeki deneklerden biri olduğunu fark eder. Bu ürünler o kadar güçlü ve etkilidirler ki, milyonlarca kadın ilk günlerden itibaren bunların satıldığı Beautiful You mağazalarının önünde kuyruğa girer. Sonra da kendilerini odalarına kapatıp hiç dışarıya çıkmazlar. Yeni pillere ihtiyaç duymaları dışında… Maxwell'in erotizme dayanan dünya hâkimiyeti planının önüne geçilmedir. Ama nasıl?"
Kitabın  konusu bu şekilde.
Gelelim benim neden beğenmediğime. Bir kere fazlasıyla pornografik bir kitap. Dikkat edin erotik demiyorum, pornografik diyorum. Gri'nin Elli Tonu'nu okumadığım için kıyaslama yapamayacağım, ama yine filmin fragmanları, kitabın reklamları vs göz önüne aldığım da, Gri'nin Elli Tonu'ndan çok farklı olduğunu söyleyebilirim. Nasıl farklı olduğunu burada açıklamak pek kolay olmayacak ama kısacası pornografik kısımlar çok rahatsız edici ve mide bulandırıcı idi. Üstelik anlatım o kadar teknik ki, sanki jinekoloji dergisi okuyormuşum izlemine kapıldığım bile oldu. 
Kitabı beğenmememin bir sebebi de, yazarın tüm bu olan biten sırasında aşkı ve duyguları tamamen göz ardı etmesi olmuş. Sevdiğiniz adam tarafından çok sevilmek ve sevildiğinizi de sonuna kadar hissetmekte insana haz verir, manevi olarak tatmin olursunuz. İnsanın buna da ihtiyacı vardır, özellikle biz kadınlar için önemlidir bu. İşte, yazar kadınlar üzerine böyle bir kurgu kurarken, bunu tamamen göz ardı etmiş. 
Halbuki konu oldukça ilginç. Bu kadar gereksiz pornografi içermese, yukarıda bahsettiğim gibi kadınların duyguları ile var olduklarını da hesaba katsa ortaya okumaya değecek bir distopya bile çıkabilirmiş! Ancak bu hali ile okumaya değer bir kitap değil, öyle ki kitabın sonlarını okumak yerine, göz gezdirmekle yetindim. 
Kısacası, ben beğenmedim; bitiremedim bile efendim.

İyi okumalar ! *

Bir Haz Markası: Beautiful You
Chuck Palahniuk
Çeviri: Ahmet Aybars Çağlayan
Ayrıntı Yayınları
1.Baskı
256 sayfa



14 Ekim 2015 Çarşamba

Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları (Haruki Murakami)

Haruki Murakami Nobel Edebiyat Ödülünü yine kaçırmış olabilir, ama bu kendisini sevmeme engel değil :) Evet yine bir Murakami kitabı ile karşınızdayım: Renksiz Tsukuru Ttazaki’nin Hac Yılları.

Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları, yazarın diğer okuduğum iki kitabından çok farklıydı (Haşlanmış harikalar diyarı, Sahilde Kafka). Öyle ki, okurken bir Murakami kitabı okuduğum hissine çok kapılamadım. 
Ama bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum,aksine yazar sizi, beklediğinizden daha farklı bir şey sunarak şaşırtıyor.

Kitabın konusuna gelince; Tsukuru Tazaki’nin iç huzura kavuşmak için çıktığı yolculuğu anlatıyor diyebiliriz. Şöyle ki, kahramanımızın oldukça güçlü bağlara sahip, lisenin ilk yıllarından beri birlikte olduğu bir arkadaş grubu vardır. Ancak, bir gün bu arkadaş grubu, hiçbir neden belirtmeksizin Tsukuru Tazaki’yi dışlar ve bir daha kendisi ile görüşmek istemediklerini söylerler. Tsukuru Tazaki ise o sıralarda, memleketinden ve orada kalmayı seçen arkadaşlarından ayrı Tokyo’da üniversite okumaktadır. Ancak, bu nedensiz dışlanma, Tsukuru’nun bütün hayatını mahveder, onu ölümün kıyısında kadar bile götürür ve 30’lu yaşlara geldiğinde bile hala izlerini çeşitli şekillerde göstermektedir. Bunun üzerine Tsukuru Tazaki, kız arkadaşının da ısrarları sonucu, bir yolculuğa çıkar; amacı, hayatın farklı yönlere savurduğu lise arkadaşlarını bulmak ve kendisinde derin yaralanmalara yol açan o olayın nedenini öğrenerek eski dostları ile yüzleşmektir. Neden renksiz dendiğini ise, kitabı okuyup siz öğrenin :)

Evet, konusu tam olarak bu şekilde :) Dolayısıyla konu olarak bile diğer Haruki Murakami kitaplarından farklı olduğunu görebiliyoruz. Ancak yazar, basit gibi gözüken bu konuyu çok güzel ve derinlikli bir şekilde incelemiş. Ancak, tabi ki diğer kitaplarından alışık olduğumuz hayal gücümüzü zorlayan şeyler, fantastik öğeler vb. bu romanda bulunmuyor. Yine diğer kitaplardan görmeye alışık olduğumuz Amerikan kültürüne de rastladığımız söylenemez.

Ne kadar diğer okuduğum kitaplarından farklı olsa da, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları kitabını beğendim. Belki bunda, şuan görüşmediğim lisedeki arkadaş grubumu hatırlatması da etkili olmuş olabilir. Öyle ki, kitabı okumaya başladığımın ikinci günümde, lise arkadaşlarım rüyama girdi :) Bir de, kitabın sonlarına doğru, iş nedeniyle her gün 2-3 saati yollarda geçen insanlara dair, Tsukuru’nun yaptığı tespitler çok hoşuma gitti, sonuçta benimde yaklaşık 3 saatim her gün maalesef yollarda geçiyor.

Velhasıl, Murakami bildiğiniz Murakami’den biraz farklı olsa da, yine kendini heyecanla okutmayı iyi biliyor. Bu kadar basit gibi gözüken bir konuyu bile çok derinlikli ve akıcı işlemiş. Eğer Murakami sizi şaşırtsın istiyorsanız, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları’nı okuyabilirsiniz.


İyi Okumalar! * * * *

Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları
Haruki Murakami
Çeviri: Hüseyin Can Erkin
Doğan Kitap
2.Baskı
320 sayfa

8 Ekim 2015 Perşembe

Körler Ülkesi (H.G.Wells)

Takip ettiğim bir edebiyat dergisinde görmüştüm Körler Ülkesi'ni. Konusu oldukça dikkatimi çekmişti, hakkında olumlu yorumlarda okuyunca, bende ekim aynının 3. kitabı olarak kendisini seçtim :)

Yazar: H.G.Wells
Çeviren: Evrim Öncül
Kolektif Kitap, 2015, 62 sayfa

Tahmin edersiniz ki, Körler Ülkesi’ni bir iki saatte bitirdim. Konusu ilginç olduğu kadar, bir o kadar da düşündürücü. Öyle ki, bir dünya düşünün, sizden başka gören bir insan yok. Üstelik nesiller boyu kör olan bu insanlar görmenin ne demek olduğunu bilmemek gibi, kör olduklarının farkında da değiller. Lügatlerinde (lügatlar yazımı meğerse yanlışmış) kör yada görmek gibi sözcükler bile bulunmayan bu insanlara, görmeyi anlatabilir misiniz? Peki, görüyor olmak sizi onlardan daha üstün kılabilir mi? Gerçekten de, Körler Ülkesi’nde tek gözlü insan kral mıdır? Yoksa aksine köle midir?

İyi okumalar :)  * * * 

Not: Okuduğum bu kitap, geçen kış gittiğim Karanlıkta Diyalog etkinliğini aklıma getirdi. Gözlerinizin karanlığa alışıp, bir şeyleri seçmenizin bile imkansız olduğu bir karanlıkta, kendinizi göremeyen insanların yerine koyarak İstanbul’da dolaşıyorsunuz. Daha doğrusu, bankası, manavı, parkı, İstiklal Caddesi, hatta vapurun bile bulunduğu bir stüdyo düşünün, yani öyle olduğunu varsayıyorum çünkü hiçbirini göremedim :) Ancak, dokunduğum meyvelerden manavda olduğumu hissettim. Banklar, ağaçlardan parkta olduğumu, gürültüden ise İstiklal Caddesine geldiğimi…Tramwaya bile bindim, hatta vapura. Vapurda giderken esen esintiyi bile hissettim. Öyle ayrıntılı ve güzel bir ortam hazırlamışlar. Ve tüm bunların hiçbirini göremiyorsunuz, ama hissediyorsunuz, duyuyorsunuz. Eğer sizi yeterince meraklandırdıysam ve İstanbul’da iseniz, o zaman bu deneyimi bizzat yaşamak için, bence sizde Karanlıkta Diyalog’a uğrayın!



6 Ekim 2015 Salı

Kardeşimin Hikayesi (Zülfü Livaneli)

Ekim ayına, Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabından sonra, Zülfü Livaneli ile devam etmek istedim. Daha önce de Zülfü Livaneli’nin bir kaç romanını beğenerek okumuştum, ancak Leyla’nın Evi’nden bu yana kendisi ile tekrar görüşememiştik :)
Sonda söylemem gereken şeyi, en başta söyleyeyim : Ben kitabı çok beğendim. Öyle ki, nasıl olduğunu anlamdan 2 günde bitirdim kitabı. Zülfü Livaneli’nin dili, diğer kitaplarından farklı değil, Kardeşimin Hikayesi’nde. Oldukça yalın ve kendini kolay okutturuyor. Ama sanırım kitabı bu kadar çok beğenmemdeki en büyük neden, Livaneli’nin merak unsurunu çok iyi kurgulamış olması. Bunda romandaki baş karekterimiz emekli mühendis beyin katkısı da çok büyük.
Kitabın konusunda dönmek gerekirse, İstanbul'un Karadeniz kıyısındaki bir köyde bir cinayet meydana gelir, genç ve güzel Arzu hanım evinde ölü bulunur. Cinayet ile ilgili haber yapmak için köye gelen genç gazeteci kız, cinayet gecesi Arzu Hanımların evinde verilen davete katılan konuklardan biri olan Ahmet Bey ile görüşüp, bilgi almak ister. Bu vesile ile kapısını çalar. Ancak, Ahmet Bey’in ise kıza anlatacağı daha ilginç hikayeleri vardır.
Ahmet Bey, şahsına münhasır, tuhaf bir insandır. Anlattığı şeyler gazeteci kızın kafasını karıştırır. Ancak merakına yenik düşen ve iyi bir haber yakalamaya çalışan kızımız da her defasında Ahmet Bey’in kapısını tekrar çalar. Bunda da haksız sayılmaz. Çünkü, en az romandaki gazeteci kız kadar bende, Ahmet Bey’in anlattığı hikayelere kapılıp, sonu nereye varacak, anlattıkları gerçek mi yoksa kurgu mu diye meraklandım. Yukarıda da bahsettiğim gibi, roman akıcı olmasının yanı sıra, sizi o kadar merak için de bırakıyor ki, kitabı elinizden bırakmak istemiyorsunuz.
Kitabın başlarında yazarın bir türlü asıl hikayeye gelemediğini düşünmüştüm. Oysa, kitabı bitirdiğim de fark ettim ki zaten başından sonuna kadar asıl hikaye karşımda duruyormuş.
Bir kitabın girişi, gelişmesi ne kadar güzel olursa olsun, eğer sonunda benim sorulara cevap veremiyorsa, okuduğum romandan aldığım zevk de bir o kadar azalıyor. Ancak, Kardeşimin Hikayesi’nin sonununda çok güzel kurgulandığını (ne kadar sonunun öyle olabileceği bi ara aklıma gelmişse de), ve kafamdaki tüm çelişkilere ve sorulara çok güzel yanıt verdiğini de belirtmek istiyorum.
Yani işin özü, Kardeşimin Hikayesi’ni ben çok beğendim. Hatta belki de okuduğum romanları arasında, Zülfü Livaneli’nin en çok beğendiğim kitabı bile olabilir. Öyle ki, bu romanı, film olarak izlemeyi de çok isterdim; buradan yetkililere sesleniyorum :)

İyi okumalar ! * * * * *

Kardeşimin Hikayesi 
Zülfü Livaneli
Doğan Kitap
135. Baskı
330 sayfa

2 Ekim 2015 Cuma

Dönüşüm (Franz Kafka)

Ekim ayına Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabı ile başladım. Bu benim Kafka ile ilk tanışmam. Neden bu kadar beklediniz derseniz, sanırım Kafka’nın dünyasının bana hep karanlık ve iç karartıcı görünmesinden dolayı olabilir. Nitekim Dönüşüm ’ün baş karakterinin böceğe dönüşen bir insan olduğunu düşünürsekte pek haksız sayılmam :)
Gregor Samsa, bir sabah böceğe dönüşmüş bir halde uyanır. Bu dehşet verici duruma rağmen, ilk dert ettiği şey işe geç kalmasıdır. Ailesinin borçlarını ödeyebilmek içim çalışmak zorunda olan Gregor için işi çok önemlidir. Böceğe dönüşmüş olan kendini dert etmek yerine, bu olay ile ailesinin yaşayacağı maddi sorunları dert edecek kadar böcekliğini hemen kabullenmiştir. Öte yandan, aileyi geçindiren tek kişi olan Gregor’un bir böceğe dönüşmesi ile maddi sıkıntı yaşamaya başlayan aile de, Gregor’u unutmaya başlayacak kadar bencilleşmiştir.
Konusu ne kadar iç karartıcı da olsa, ve bende okumak için kapalı, soğuk bir ekim gününü seçmiş olsam da, kitabı bir günde hemen bitirdim. Dili yalın ve kendini kolayca okutuyor, ayrıca kitap ön söz ve sondaki Kafka'nın notlarıyla ancak 102 sayfa tutuyor. Dolayısıyla, bir günde çok rahatlıkla okunabilecek bir kitap.
Kitabın kendisine gelince, evet konusu iç karartıcı, ama Samsa ailesinin yaşadıkları, ve olaylara tepkileri de bir o kadar da düşündürücü. Sadece okumak için kapalı, yağmurlu, soğuk bir kış gününü tercih etmeyin bence :)



İyi okumalar ! * * *








15 Eylül 2015 Salı

Balık İzlerinin Sesi (Buket Uzuner)

En son okuduğum kitap İngilizce olunca, hayliyle bitirmem biraz zaman aldı :) İngilizce roman okudum dediğime de bakmayın, aslında Buket Uzuner’in Balık İzlerinin Sesi kitabının İngilizce basımını okudum. Neden böyle bir şey yaptınız derseniz; İngilizce kitap okumak istiyordum ve romanında fiyatı uygundu! Çünkü bütün yabancı romanların orijinal dilindeki basımları çok pahalı. Türkçesini daha uyguna okumak varken, insanın da İngilizce kitap okumak için o kadar para veresi gelmiyor açıkçası :)

Kitabın konusuna gelirsek; dünyanın dört bir yanından 88 insan, seçkin öğrenci statüsüyle, birleşmiş milletlerin gerçekleştirdiği bir programa davet edilirler. Bu “seçkin” öğrenciler, yaptıkları, fikirleri veya sanatları ile normal insanlardan farklıdırlar, bir nevi dahilik ile delilik çizgisinde yer alırlar yada toplum tarafından öyle görülürler. Ancak, önemli bir amaca hizmet edeceklerini düşünen seçkin öğrenciler, katıldıkları bu programın amacının aslında tamamen farklı olduğunu keşfederler.
Kitap için belki kısmen distopik, sonu itibari ile ütopik bir türde yer aldığını söyleyebiliriz. Ancak, distopya türünde çok kitap okuduğum için, ben bu şekilde değerlendirmemeyi tercih ediyorum. Konusu itibari ile, kısmen distopik öğeler içerebilir (belli kesim insanlara karşı dayatılan bir düzen vb.), ama bana kalırsa kesinlikle bu türde bir kitap değil.
Kitabı Türkçe basımı ile okusaydım bile, romana ait kişisel düşüncelerimin çokta değişiklik göstereceğini sanmıyorum. Kitap, gelişme bölümünü fazla uzun tutarken, sonuç bölümünü ise çok kısa tutmuş. Üstelik, sonuç bölümünde işin işine birde fantastik öğeler girmeye başlıyor.
Gelişme de güzel güzel okurken, kitabının sonunun ve tüm soruların son sayfalara bırakılması, bende sonu acele ile yazılmış izlenimi bırakır hep. Balık İzlerinin Sesi’nde de öyle oldu benim için. Kitabın sonu belki yine aynı şekilde bitebilirdi, ancak daha tatmin edici şekilde anlatılsaydı, sanırım kitabı daha çok beğenebilirdim.
Yinede, kitapta hoşuma giden şeyler yok değil. Mesela, Buket Uzuner’in, Romain Gary (Fransız yazar, yönetmen, senarist, II. Dünya Savaşı pilotu ve diplomat/vikipedi) hayranlığını fark etmemek elde değil. Çünkü, Buket Uzuner kitabının baş karakterlerinden biri olarak bizzat Romain Gary’i seçmiş, kendi hayali dünyasında hayran olduğu yazarı (karakterine yada geçmiş yaşantısına sadık kalarak) “seçkin öğrenci” lerinden biri yapmış. Buda ancak bir yazara nasip olabilecek, imrenilecek bir şey açıkçası.

İyi okumalar :)  * * *




20 Ağustos 2015 Perşembe

Bir Şehri Yok Etmek-İstanbul'da Kazanmak ya da Kaybetmek (Emine Uşaklıgil)

D&R de dolaşırken, orta reyonda yer alan 5 tl lik kitapların arasında gördüm Bir Şehri Yok Etmeyi. Mesleki açıdan hemen ilgimi çekti kitabın başlığı. Fiyatı da çok uygun olunca düşünmeden aldım.
İyi ki almışım. İstanbul’daki inşaat sektörünün yükselişini ve rant olaylarını çok güzel ve anlaşılır bir şekilde anlatmış yazar. Zaten kısmen bilgim ve fikrimin olduğu bir konu da daha düzgün bir şekilde aydınlanmamı sağladı kitap. Üstelik sıkılmadan okuyorsunuz.  Bu şekilde düşünmemde, mesleki olarak konunun beni yakından ilgilendiriyor olması etkili olabilir ancak herkesin okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum, özellikle de İstanbul sakinlerinin.
İstanbul da yaşayanlar zaten biliyor, gün geçtikçe hem insan kalabalığı hem de inşaat kalabalığı artan bir şehirde yaşıyoruz. Nüfus artıyor, inşaatlar artıyor ancak yaşam kalitemiz düşüyor. Çünkü nefes alabileceğimiz alanlarımız çok az yada bulunduğu semtteki nüfusu karşılamayacak nitelikte. Öte yandan, İstanbul’u İstanbul yapan tarihi dokusunu bırakın korumayı, kentin tarihi siluetini yok etmek için ayrı bir çaba içindeler. Peki, Afet Yasasına dayanarak yapılan kentsel dönüşüm, neden deprem riski çok yüksek olan yerlerde değil de (mesela Avcılar), konum itibari ile rantı çok yüksek yerlerde gerçekleşiyor? Gerçekten kentsel dönüşüm ile asıl hedeflenen ne? Tarihi yarım adayı ve İstanbul’un tarihsel açıdan önemli mahallelerini restore ederek korumak varken, kötü bir taklitçilik örneği ile fırını bakkalı bile olmayan sitelerden oluşan yapay Osmanlı Mahallelerine dönüştürmek daha mı güzel? İnsanların tapulu binalarını yok pahasına alıp, onları şehrin dışına sürüp, eski yaşadıkları mahallelere rüyalarında bile göremeyecekleri fiyatlara satılan rezidanslar dikmek ne zamandan beri kentsel dönüşüm olarak adlandırılıyor?

Kısacası, yukarıda sorduğum ve daha bir çok soruya Bir Şehri Yok Etmek-İstanbul’da Kazanmak yada Kaybetmek ile cevap bulabilirsiniz. İstanbul’un planlama yada daha doğrusu planlama-MA tarihini de uzmanların ağzından çok güzel anlatmış yazar. Velhasıl okuduğunuz özetle İstanbul’u nasıl heba ettiğimizin öyküsü. Dolayısıyla okuduklarınızın ve öğrendiklerinizin sinirinizi bozacağı da garanti! İstanbul hakkında rahatsız edici gerçekler için buyurun okumaya!


İyi okumalar!   * * * *

13 Ağustos 2015 Perşembe

Mütevazı Bir İntikam (Bahadır Cüneyt Yalçın)

Evet, dönüp dolaşıp absürd-macera kitaplarını sarıyorum. Sanırım beni yormayacak, eğlenceli macera kitaplarını okumak hoşuma gidiyor. Şuan elimde Bahadır Cüneyt Yalçın ın Mütevazı Bir İntikam kitabı var. Yazarı ve kitabını ilk defa duydum. Bakalım kitap nasılmış :)

Kitabın insanı yormayan basit bir dili var. Bu tarz kitaplarda edebi bir dil beklememek gerekiyor doğal olarak. Kitabın konusuna gelirsek, haksız yere hapishaneye girmiş kahramanımızın ekürileri ile intikam peşinde koşması anlatılıyor diyebiliriz kısaca.
Sekreter Ali, bir gün evinin karsında yer alan cezaevine, komşusu cezaevi başçavuşunun ricası üzerine, evindeki kitaplardan bir kaçını bağışlıyor. Tabi bunu yaparken kitaplardan birinde gecen su cümlenin, “Ortalama bir insan iki farklı ambulansı kısa sürede birbirinden ayırt edemez. Yanından siren sesiyle birlikte geçip giderlerken hastalıklar ve kazalara yoğunlaşan beyin, kırmızı veya mavi çizgilerden ibaret cankurtaranların diğer niteliklerini belleğine alamaz.” hapishanedeki altı mahkumun cezaevinden kaçış planını hazırlayacağını, üstelik mahkumlardan birinin teşekkür için kapasına dayanacağını ve kendisini de bu kaçış planına dahil edeceğini bilmiyor. Anlayacağınız, bir absürd macera kitabına yakışacak şekilde ilginç ve eğlenceli bir konusu var kitabın. Ancak, özellikle kitabın yarısından sonra biraz sıkılmaya başladım. Bunda, karakterlerden birinin geniş genel kültür bilgisi ve bunu olur olmadık yerde kullanarak kafamı gereksiz bilgiler ile şişirmesinin de etkisi var. Birde, konu ilginç olmasına rağmen, öyle baş döndürücü bir macera yada kovalamaca okumuyorsunuz. Kahramanlarımızın şansının hep yaver gitmesi ise, bana kalırsa hikayeyi biraz basitleştirmiş.
Kısacası, kitabın konusu ilginç ve eğlenceli, ancak bir yerden sonra okuduklarınız size yetmiyor ve artık aksiyon, macera sahnelerine gelmek istiyorsunuz çünkü konunun artık bunu gerektirdiğini düşünüyorsunuz. İşte o noktada, yazar beklentilerinize fazla cevap veremiyor. Bu yüzden de, absürtlüğü bol, ama macera dozu düşük bir kitap olarak kalıyor gözünüzde. Ama yine de, bu sıcak havalarda, kumsalda güneşlenirken acaba ne okusam diyorsanız, sizi yormayacak ve vakit geçirmenizi sağlayacak olan Mütevazı Bir İntikam’ı düşünebilirsiniz :)


İyi okumalar !    * * *


 Not: Resim çok hoşuma gitti ve http://cumba.co/tr/portfolio_page/book-covers/ sitesinden aşırdım :)



3 Ağustos 2015 Pazartesi

Aile Çay Bahçesi (Yekta Kopan)

Yekta Kopan, tv programlarını (şuaralar sanırım yayında olan programı yok), Radikal’deki köşe yazılarını ve sosyal medya hesaplarını takip ettiğim bir insan.  Ancak, şimdiye kadar hiçbir kitabını okumamıştım. Bir yerden başlamak gerek diye, temmuzun son günlerinde Aile Bahçesi kitabını okumaya başladım.

Kitap, 142 sayfa olunca, daha okumaya başlamadan kitabın gözümdeki yeri roman değil de, biraz uzun tutulmuş öykü oldu. Hatta ben bunu 2 günde bitiririm diye endişelenerek, azar azar okumaya karar verdim.
Kitabımız, artık olgun bir kadın olan Müzeyyen ve onun çocukluk travmaları hakkında diyebiliriz. Müzeyyen, hayata karşı iyi duygular beslemeyen, annesinin ölümünden sorumlu tuttuğu kız kardeşinden nefret eden, babası ile sorunlu ilişkileri olan bir kadın. Babasının rahatsızlığından ötürü, çocukluğunun geçtiği yazlığa geri dönmek zorunda kalması ile, biz de Müzeyyen’in çocukluk yıllarına geri dönüyoruz.
Kitap kendini kolay okutturan sade ve yalın bir dile sahip.  Sizi yormuyor. İsteseniz ve vaktiniz varsa bir günde bile bitirebileceğiniz bir kitap. Ben kitaba başta da söylediğim gibi uzun bir öykü şeklinde yaklaştım. Yoksa bir roman olarak düşünsem, muhtemelen aradığımı bulamazdım. Ancak, bu yalın dil hoşuma gittiği için, ileride tekrar Yekta Kopan’ın bir kitabını daha okuyabilirim, ama tercihim roman değil yazarın öykü kitaplarından beri olur.

İyi okumalar !   * * *

               



28 Temmuz 2015 Salı

Gölgesizler (Hasan Ali Toptas)

Hasan Ali Toptaş ismini Cüneyt Özdemir’in bir köşe yazısında gördüm ilk. Sonra idefix ten kitaplarının yorumlarına bakınca da baya ilgimi çekti.  Böylece yeni yazarlar tanıma ayımın ilk konuğu Gölgesizler oldu.
Gölgesizler, gerçekten ilginç bir kitap. İlginç bir konusu var ve bu ilginç konunun geçtiği mekân ise, nerede olduğunu bilmediğimiz, Anadolu’nun sıradan unutulan köylerinden biri. Bekçisi, muhtarı, köylüleri ile sıradan bir köy. Ancak köyün başında bir kötü talihsizliktir gidiyor. Önce kaybolan yada alıp başını giden insanlar, ölümler vs. kısacası yaşadıkları her şey, köylülere kendi varlıklarını sorgulatıyor. Zaman zaman başkasının gölgesi olduklarından yada aslında hiç var olmadıklarından bile kuşkuya düştükleri oluyor. Belki de haklılar, onlar aslında bir başkasının hayali yada çok uzakta kalan hatırlanmaya çalışılan silik birer anılar.

 "...Derken homurdanmaya başladı, ne dediği pek anlaşılmıyordu, ama öfkelendiği belliydi. Kaşları gözlerinin üstüne yığılmıştı.
     - Deli misiniz siz, diye bağırdı birden, bu köye yıllardır çerçi uğramaz!
     Herkes bakakalmıştı. Çerçilerin peşinden koşan çocuklar bile şaşkındı..."

Kısacası bir varoluş yada yokoluş kitabı bu. Anadolu'nun bir köyünde geçmese, üstüne bolca Amerikan kültürü ekleseniz, biraz da fantastik öğeler; bir Murakami kitabı bile olabilirmiş. Bence, edebiyatımızda böyle yazarlarımız olduğu için çok şanslıyız. Hasan Ali Toptaş’ta bilenler için değerli olan, ancak çok popüler olmayan yazarlarımızdan. Oysa ki, öyle yazarlar var ki, her yerde kitaplarını, yüzlerini yada röportajlarını görüyoruz, ancak kitaplarını okuyunca, okumasam da olurmuş diyoruz. Sanırım ben bu yüzden popüler olan kitaplara mesafeli yaklaşıyorum. Çok hayranı ve okuyucusu olduğu halde, benim ismini yeni duyduğum yazarlar ise, beni daha çok heyecanlandırıyor.
Ben kitabı çok beğendim kısacası. Kitabın başlarında, biraz sıkıldığım yerler oldu ve acaba yanlış tercih mi yaptım diye de düşündüm. Ancak kitap genel olarak durağan gitmesine rağmen, yazar sizi meraklandırmayı iyi biliyor. Bu yüzden zaman zaman sıkıldığınız yerler olsa bile, kitabı okumaktan vazgeçemiyorsunuz. Ayrıca, çoğu zaman çok beğendiğim kitapların sonunun beni pek tatmin etmediği de olur, ancak bu kitabın sonunu da ayrı bir beğendim. Kısacası ben bu kitabı tavsiye ediyorum efendim. Sanırım, ilerleyen zamanlarda da, tekrar Hasan Ali Toptaş ile yolumuz kesişecek.

İyi okumalar :)     * * * * *



7 Temmuz 2015 Salı

Suskunlar (İhsan Oktay Anar)

Suskunlar, İhsan Oktay Anar’ın okuduğum ikinci kitabı.  İlk olarak, Puslu Kıtalar Atlası’nı okumuş ve Osmanlı’da geçen bu fantastik romanı çok beğenmiştim. İhsan Oktay Anar’ın şahsına münhasır bir dili var. Eski Türkçeyi de sık kullanıyor.  Bazı bloglarda bununla ilgili eleştiriler okumuştum, ancak bana kalırsa, yazarın dili ve uslubü, anlattığı konu, mekân ve zaman ile cuk oturuyor; öyle ki bu dil ve üslup, sizin bu masalsı diyara kolaylık ile dalmanızı sağlıyor.
Puslu Kıtalar Atlası’nda olduğu gibi, Suskunlar da, yazarın deyimiyle Konstantiniye de geçiyor. Bu fantastik romanın başrolünde ise musiki var.

Roman, sırasıyla Yegah, Dügah ve Segah olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. İl bölümde, müzisyen hayalet Kanuni Asım, Cüce Efendi, Cimri köszen Musa (mehterandaki kös isimli büyük davul çalan kişi) ve torunu udi Davut’un yanı sıra, bir çok yan karekterle de tanışıyor; hepsinin ilginç öykülerini okuyarak onlar hakkında az çok fikir sahibi oluyoruz. Bu bölümde, musikiye aşık ama aynı zamanda cesur ve atik olan Davut’un Neva adında bir güzele tutuluyor, ancak güzelimize musallat olmuş bir de hayaletimiz var.
İkinci bölüm olan Dügahta ise, Davut’un ikizi olan sessiz sedasız mülayim Eflatun’un, kendisinden başka kimsenin duyamadığı bir ıslığı duymaya başlamasıyla yüzüne nur inerek iç huzuru bulması ve bu ıslığın peşinde, yolunun Mevlevihane’ye çıkması anlatılıyor.
Burada kitaptan çok hoşuma giden bir sözü alıntılamak istiyorum;
Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'Git' demeleri. Hiç kimseye 'kötüdür' deme.  Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.

Yazar özellikle bu bölümde, resmen sizi bir İstanbul turuna çıkarıyor. Öyle güzel betimlemeler yapıyor ki, sanki siz de Eflatun’un yanında dolaşıyorsunuz. Özellikle bu bölüm insanda, yazarın İstanbul’un kent tarihi hakkında fazlası ile bilgisi olduğu izlenimini bırakıyor.
Üçüncü ve son bölüm olan Segah’ta ise, kelimenin tam anlamıyla işler çığırından çıkıyor. Hayalet mi dersiniz, çalgıcıları öldüren seri katil mi, tağut mu yoksa peygamber olduğunu iddia ediyor diye linç edilen ney ustası mı? Ne ararsanız var anlayacağınız. Şimdi tüm bunların bir biri ile bağlantısı ile ne diyebilirsiniz. İşte o da kitabın gizemi ve güzel yanı. Çünkü son bölüme kadar kafanıza oluşan ve birbiri ile bağlantılarını çözemediğiniz karakter yâda olayların hepsi,  Segah’ta cevap buluyor. Kitapta çok fazla karakter var ancak, bana kalırsa yazar ustalıkla hepsini birbirine bağlamayı çok güzel becermiş.
Başta da, söylediğim gibi, kitabın baş rolünde aslında musiki var. Kimisi musikiye düşman, kimisi aşık, kimisi aşkı onda bulmuş. Ve tüm bunların hepsi, Osmanlı İstanbul’unda geçen bu fantastik ve mistik hikayede çok güzel yer bulmuş.

İyi Okumalar  * * * *

Kitap hakkında açık olmayan ipucu içerir, ona göre okuyun yada okumayın :)


Kitap ile ilgili son söyleyeceğim şey, kitabı okurken muhakkakı sizde bazı simgelemeleri fark edeceksiniz. Çünkü bazıları çok açık, bazılarını ise benim gibi okurken kaçırabilirsiniz. Mesela Eflatun’un İstanbul sokaklarında dolaşırken karşılaştığı insanlara dikkat etmek gerekebilir. Bu yedi karakterin hepsi  “bir şeyi” temsil ediyormuş. –muş diyorum çünkü ben okurken fark edemedim, fark edip paylaşanlardan okudum. Aslında yazar, tek bir konuyu ve onunla doğrudan ilgili şeyleri simgelemiş. Bu nedenle, kitaptaki her bir karekterin de bir şeyin simgesi olduğunu varsaymanın da çok zorlama olduğunu düşünüyorum, hatta bu nedenle kendi inançları yada ideolojileri nedeniyle çok saçma varsayımlar çıkaran insanların yorumlarını da okudum. 

19 Haziran 2015 Cuma

Ölü Reşat (Aslı Tohumcu)

Ölü Reşat, Aslı Tohumcu’nun okuduğum ilk romanı. Bu kitap için uzun bir masal desek daha doğru olur herhalde. Gerek yazarın kullandığı duyulan geçmiş zaman kipi (-mış, -miş), gerek kitabın dili, gerekse kurduğu uzun uzuuun cümleler insanda masal okuyormuş izlenimi bırakıyor. Benim masal okumak ile ilgili bir derdim yok; severekte okuyabilirim lakin yazarın kurduğu o uzun uzun cümleler, daha kitabın başında kitaba olan ilgimi azalttı. Şöyle söyleyeyim; kitaptaki en kısa cümle bile, 2- 3 cümlenin birleşmesiyle oluşuyor nerdeyse. Öyle ki, 4-5 cümle bir araya gelerek kitaptaki uzun bir paragrafı oluşturabiliyor. Bu da bana kalırsa kitabın anlaşılabilirliğini azaltmış en azından benim için :). Birçok cümleyi, cümlenin öğelerine ayırarak okumam gerekte neredeyse. Abarttığımı düşünebilirsiniz; bilemiyorum belki kitaba kendimi veremediğimden 160 sayfalık bir günde bitebilecek bir kitap elimde süründü kaç gün. Sonuçta, hakkında oldukça olumlu yorumlar var internette ve bende bu yorumlara dayanarak almıştım kitabı.
Kitapla ilgili söyleyeceğim bir şey daha var. O da, Allah ve meleklerin insan gibi kişiselleştirilmesiydi. (Yani insani duygular ve davranışlar sergilemelerinden bahsediyorum.) Bu da kitaptan soğumama neden olmadı dersem yalan olur.
Velhasıl, Aslı Tohumcu’nun emeğine sağlık lakin ben kitabı beğenmedim.Ancak internetteki yorumlara bakılırsa, beğeneni çok. Ayrıca, kitap dediğiniz şeyde zevk meselesi. Benim beğenmediğim belki sizin hoşunuza gidebilir. O yüzden;


İyi okumalar !    * *

10 Haziran 2015 Çarşamba

Sahilde Kafka (Haruki Murakami)

Tekrar bir Haruki Murakami kitabıyla karsınızdayım. Güzel bir kitap okuyunca, hemen aynı yazarın diğer kitaplarına da merak sarıyorum. Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu’nda sonra, şimdi sıra Sahilde Kafka’da.
Sosyal medyada Okuma Gozlugu’nü takip edenler bilir, her ne kadar kitabı elime almam olaylı olsa da (idefix kapağı deforme olmuş bir kitap göndermişti bana ), bunun kitaba karşı olan merakıma engel olmasına izin vermeyip, 3 kitap arasından ilk Sahilde Kafka ile başlamak istedim haziran ayına.

Kitabın konusuna geçmeden önce söylemek istediğim bir şey daha var. Kitabın sayfaları bana çok kalitesiz geldi, sanki gazete kâğıdı gibiydi. Kendimi korsan kitap okuyormuşum gibi hissettim. Bu 13. baskıya özgü bir durum mu yoksa kitabın diğer basımlarıda böyle mi bilmiyorum. Ancak kitabın fiyatı göz önüne alınırsa, bunun can sıkıcı bir durum olduğu görüşündeyim.
Kitabın konusuna gelince, Haşlanmış Harikalar diyarında olduğu gibi; Murakami yine iki farklı hikâye anlatıyor kitabında. Yine bu iki hikayenin birbiri ile bağlantılı olduğunu seziyor, heyecanla yazarın daha çok ipucu vermesini bekliyorsunuz.
Hikâyenin birinde, 15 yaşında evden kaçan, babasından başka akrabası olmayan, babası ile de oldukça sorunlu bir ilişkisi olan çocuğun hiç bilmediği bir şehre gitmesi ile başlayan olaylar örgüsünü okuyoruz. Kahramanımız Kafka, gittiği yeni şehirde, tanıştığı iyi insanların sayesinde kendince yeni bir hayata başlıyor. Kafka, bir yandan babasının psikopatça aklına soktuğu lanetten kaçarken, aslında bir yanda da bu lanetin gerçekleşmesine neden olabilecek, onu küçükken terk eden annesi ve ablasını arıyor.
Diğer hikâyede ise; 1940’lı yıllarda Japonya’nın bir taşra kasabasında meydana gelen oldukça gizemli bir olayı ve bu olayın mağduru bir çocuğun 50-60 yaşlarındaki yaşantısını okuyoruz. Okuduğumuz bu hikâyenin Kafka’nın hikâyesine oranla, daha mistik ve gizemli olduğunu söyleyebilirim.
Haruki Murakami’nin dili oldukça sürükleyici ve diğer kitabında olduğu gibi romanı, birbiri ile kesişecek iki farklı hikaye şeklinde anlattığı için de oldukça merak uyandırıcı. Ayrıca, kitabın çeşitli yerlerinde dünyanın bir metafor olduğu fikrine sık sık değiniliyor. Bu da özellikle kitabı bitirdiğinizde, aslında okuduğunuz hikayedeki olayların bir çok şeyin metaforu olduğu hissine kapılmanıza, ve kitabı bitirdiğinizde aklınızda deli sorular ile bir süre kendinizce kitabı anlamlandırmaya çalışmanıza neden oluyor. Çünkü kitabı bitirdiğinizde, Harukami neredeyse hiçbir sorunuza cevap vermiyor. Ama roman o kadar güzel ki, sonunu böyle özensizce bitirmiş olabileceğine inanmıyorsunuz. Ve bu sefer de kitapta asıl anlatılmak istenenleri anlamadığınızı düşünüp, kitabı bitirdiğiniz halde, geriye doğru okumalar yaparak, kafanızda metaforları çözmeye çalışıyorsunuz. Zaten Murakami’de kitabı birkaç defa okunduktan sonra sorulara cevap bulanabileceğini söylemiş.
Velhasıl, okuması çok kolay, ancak anlaşılması o kadar kolay olmayan bir kitap. Lost dizisini izleyenler bilir, sonu oldukça olaylı olmuştu. Çoğu kişi bende dahil hayal kırıklığına uğramıştım. Kafamdaki sorulara cevap vermediği gibi, çokta anlaşılmayan bir final yapmışlardı. Ama yine de Lost güzel diziydi, finalinde kafamda deli sorular bırakmasına rağmen, yine olsa yine izlerim. İşte Sahilde Kafka da böyle bir kitap. Dahası, kitabı bitirdikten sonra bile, hala onu düşünmenize, yazarın aslında ne demek istediğine kafa yormanıza neden olan bir kitap. Ama eğer kitaptakilerin metafor olduğunu düşünmeyip sadece hikayeye bakarsanız, romanın sonunun alelacele yazıldığını bile düşünebilirsiniz. Ancak, bence öyle değil. Yazar söyleyeceğini söylemiş, bize de metaforların aslında ne olduğunu çözme işini bırakmış.
Kısacası, ben romanı beğendim; öyle ki Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu’nu da çok beğenmiştim, üstelik o kafanızdaki soruların hepsine cevap da veriyordu finalinde, ancak nedense Sahilde Kafka bir tık önde gibi hissediyorum, ve muhtemelen bunun nedeni, kitap bittikten sonra beyin fırtınası yapmama, beynimi bir süre işgal etmesine neden olması.  
P.S: kitapta bazı yerler kimilerine çok rahatsız edici gelebilir (lanetin gerçekleşmesi). Ancak, kitapta da dediği gibi “the world is a metaphor”.

İyi okumalar :) * * * * *

SPOILER(Kitabı okumadıysanız lütfen buradan gerisini okumayınız. Bu bölümde kitabın sonundan bahsediyorum.)

Bence kitabın sonunda Kafka’nın ormanın derinliklerinde gittiği yer, geçmişe takılıp yaşamayı ifade ediyor. Çünkü Saeki Hanım, daha önce o giriş kapısından geçtiğini (ormana gittiğini), ve daha sonra bunun cezasını çektiğini söylüyor. Bence burada demek istediği şey, geçmişe takılıp yaşadığı, hep ölmüş sevgilisine kavuşacağı günü beklediği için, gerçek hayatta mutlu olmadığı. Bunu düşünmeme sebep olan ise, Saeki Hanım öldükten sonra ormanda Kafka’ya gözükmesi ve onu bu ormanda (yani geçmişe takılıp kalmak) kalmaması için uyarıyor.
Kafka’nın babasının laneti belki metafor olmayabilir. Ama eğer öyleyse bence, annesiz büyüyen bir erkeğin, ileride mutlaka her kadında annesini, onun sevgisini arayacağını, ve bu nedenle kendinden büyük kadınlar ile ilişki yaşayacağını ifade ediyor olabilir.

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Gizliajans (Alper Canıgüz)

Yine bir Alper Canıgüz kitabıyla karşınızdayım.  Tatlı rüyalar ile ilgili yorumumun sonunda, absürt macera komediyi sevdiğim için, kendisine bir şans daha vereceğimi yazmıştım. Bakalım, Alper Canıgüz ikinci sansını nasıl kullanmış :)
Kitap, uzun bir işsizlik sürecinden sonra, Gizliajans diye bir reklam şirketinde, metin yazarı olarak işe başlayan Musa’nın başından geçen maceraları anlatıyor. Evet, kitabı kısaca böyle özetleyebiliriz; lakin bu bir absürt macera kitabı, tabi ki işler bu kadar basit değil :) Mesela, ölen çok ünlü bir işadamı bütün mirasını bir kediye bırakmış ve Gizliajans’ın sahibi de kağıt üzerinde bir kedi, yoksa sadece kağıt üzerinde değil mi?
Hiç iş başvurusu yapmamasına rağmen, Musa Gizliajanstan iş teklifi alıyor ve tüm tuhaflıklara rağmen işe ihtiyacı olduğu için olayları fazla sorgulamadan işi kabul ediyor. Nitekim, ajansın aslında paravan olduğunu öğrenmesi de Musa için bir şeyi değiştirmiyor. Üstelik daha ilk iş gününde aşık oluyor; yani ne paravanmış, tuhafmış Musa’ya vız geliyor. Ta ki, tesadüfen bir intihara (yada cinayet ?) tanık olana kadar. Sonrasında ise bin bir türlü tuhaflık ve olayların için de buluyor kahramanımız kendini.
Yazarın dili, ilk kitabı Tatlı Rüyalar’dakinden farklı değil, ancak kitabın konusundan olsa gerek, bu kitabı bana kalırsa kendini daha kolay okutuyor. Kitapta bana eksik gelen en önemli şey, olay kurgusunun geç başlaması, kitabın 200 sayfa olduğunu düşünürsek, kitap ancak yarısını geçtikten sonra sizi bir maceraya dahil ediyor.
Aslında konu ilginç ve güzel, ancak bir yerden sonra fazlasıyla absürt hale geliyor, ve bence yazar bu absürt öğeyi kitaba yedirmekte çok zayıf kalmış. Bir başka deyişle, bu absürtlüğü size kabul ettiremiyor. Oysa bana kalırsa, iyi bir absürt macera kitabı, ne kadar absürt olursa olsun, yine de bu absürtlüğe size ikna etmeyi başarır. İşte Gizliajansta bana kalırsa tam olarak bu eksik.
Yine de, kitabın hakkını yemek istemem. Belki de sorun bendedir :) Absürt macera okumaya o kadar güzel kitaplarla başladım ki, sonradan okuduğum bir çok şey beni tatmin etmiyor sanırım.
Kısacası, yazarın okuduğum bir diğer kitabı (ilk kitabı aynı zamanda) Tatlı Rüyalar ile kıyaslarsam, bu kitabını daha çok beğendim. Ancak bu türde çok daha iyi kitaplar okuduğum için hayal kırıklığına uğramadım dersem yalan olur. Daha önce bir çok kez yazdığım gibi bu tür de Murat Menteş’in kitaplarını tek geçiyorum. İlk önce bunu, sonra Ruhi Mücerret ya da Korkma Ben Varım’ı okuyun, ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.


İyi okumalar :) * * * 

15 Mayıs 2015 Cuma

Haslanmıs Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu (Haruki Murakami)

İlk defa Haruki Murakami’nin bir kitabını okuyorum, o yüzden kitaba başlarken baya heyecanlıydım. Çünkü en sevdiğim şeylerden biri de, yeni yazarlar keşfetmek. Hele de yeni keşfettiğim yazarı çok beğenirsem ve daha okunacak bir sürü kitabı da varsa, tadından yenmez :)
Roman iki farklı dünyada geçiyor. Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere biri Haşlanmış Harikalar Diyarı yani yaşadığımız dünya, diğeri ise Dünyanın Sonu. Kitap, bir bölüm Haşlanmış Harikalar Diyarı, bir bölüm Dünyanın Sonu şeklinde sıra ile ilerliyor. Haşlanmış Harikalar Diyarı, bilimkurgu romanı havasında (değişik teknolojiler, buluşlar vs.), Dünyanın Sonu ise fantastik, mistik bir roman gibi ilerliyor. En azından bende bıraktığı izlenim o yönde oldu.
Haşlanmış Harikalar Diyarı diye geçen bölümde bir hesap uzmanı kahramanımız var. Bu hesap uzmanımız, bilgisayarlardan bilgi çalarak karaborsada satan şifrecilere karşı, bilgilerin korunmasına yönelik çalışmalar yapan bir şirkette, kısacası verileri çalınamayacak hale getirmekle ilgili bir iş yapmakta. Bir gün kahramanımız, ses bilimi, bilinç vs. gibi bir çok farklı konuda çok önemli ve gizli araştırmalar yapan bir profesörün verilerini şifrecilerden saklama görevini üstlenirken, başına anlam veremediği bir çok olay geliyor ve aslında habersizce en başından beri içinde olduğu olaylara, balıklama dalıveriyor.
Dünyanın sonunda ise, geçmişini hatırlamayan, gölgesinden koparılmış, dünyanın sonundaki bu şehirde yasamaya alışmayan çalışan, eski rüyaları okuyan, ama bunun dahi ne anlama geldiğini bilmeyen, kafası karışık, şehir ve bu dünyanın sonunu çözmeye çalışan bir Rüya Okuyucumuz var.
Kısacası, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu’nda, bu iki farklı dünyada geçen, iki farklı, ama özünde bir biri ile derinden bağlantılı iki öykü okuyoruz. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu bölümler sıra ile ilerliyor. Açıkçası bunu çok beğendim, çünkü böylelikle hem bir diğer hikâyedeki olayları unutmamış oluyorsunuz, hem de iki farklı şey anlatıldığından, iki kere heyecanlanıyor, iki kere meraklanıyorsunuz. İlk önce, Haşlanmış Harikalar Diyarı’nda, Dünyanın Sonu’nun neresi olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz; bunu öğrendikten sonra ise, Rüya Okuyucu kahramanımızın Dünyanın Sonu’nda vereceği kararı merakla bekliyoruz, çünkü aslında romanın özü ona dayanıyor.
Yani, anlayacağınız üzere, ben kitabı çok beğendim. Başından sonuna kadar gerçekten çok güzel bir roman. Evet, biraz sıkıldığım yerler oldu, ama bu da sanırım sayfalarca olayın karanlıkta geçmesinden kaynaklanıyordu. Ama o kadar, kitap hakkında başka söyleyebileceğim olumsuz bir şey yok. O yüzden, herkese kesinlikle tavsiye edebileceğim bir kitap. Ve yazımın başında da söylediğim gibi, yeni bir yazar keşfetmekten, ve bu yazarın da daha okunacak bir çok kitabı olduğu için mutluyum ! :)

Not: Japonların geleneklerine bağlı insanlar olduğunu düşünürsek, romanı okuyunca, yazar için yapılan modernist sıfatının doğru olduğunu düşündüm. Demek istediğim, şehir, araba vs. isimleri değiştirirsek, pekâlâ romanımız Amerika’da da geçiyor olabilirdi. (Bu arada romandaki kahramanların bir ismi de yok. Bundan dolayı, romandaki hiçbir kahraman gözümde Japon olarak canlanmadı.) Ama sonuçta, kendi ülkesinde eleştirilse de, demek ki yazarın tarzı bu; içkiyi ve Amerikan müziklerini çok seviyor.

İyi okumalar ! :) * * * * *


4 Mayıs 2015 Pazartesi

Kuyucaklı Yusuf (Sabahattin Ali)

Kuyucaklı Yusuf okuduğum ikinci Sabahattin Ali kitabı. İlki Kürk Mantolu Madonna idi. Sabahattin Ali’nin kitaplarını beğenerek okuduğumu fark ettim, o yüzden üçüncüsü de İçimizdeki Şeytan olabilir :) Kitabı almadan ilk sayfalarına göz gezdirmiş, bir iki sayfa okumuştum. Kitaptaki betimlemeler, Yaşar Kemal’in o güzel kitabı, İnce Memed’i getirdi aklıma. Zaten İnce Memed romanını beğenenlerin, bu kitabı da beğeneceklerini düşünüyorum. Haksızlıklar, para babalarının her şeye yeten güçleri ve zalimlikleri var bu kitapta da, ama bu sefer konu taşrada geçiyor.  
Roman kısaca, ailesi eşkıyalar tarafından öldürülen küçük Yusuf’u yanına alan Kaymakam Bey ve ailesinin taşrada geçen yaşamlarını konu alıyor. Ama yukarıda da bahsettiğim gibi, taşranın haksızlıklarla dolu, zalim yanını da, insanın içini burkan, kahramanlara acıyıp, onlarla üzülmenize, yer yer ise kızmanıza sebep olacak, sizi romanın içine sokan betimlemeler ve akıcı bir dil ile anlatıyor.
Ben romanı gerçekten çok beğendim. Dili gerçekten çok akıcı, kitaptaki betimlemeler ise, romanı zihninizde net bir şekilde canlandırmanıza izin veriyor. Kısacası okuması zevkli bir kitap. Tavsiye ederim ;)


İyi okumalar :)  * * * *

22 Nisan 2015 Çarşamba

Biz (Yevgeni Zamyatin)

“1984” ü, “Cesur Yeni Dünya” yı, “Fahrenheit” ı okumak olur da, “Biz” i okumamak olur mu? 
Distopyaların atası da diyebileceğimiz Biz; otoriter “Tekdevlet” in örnek bir vatandaşı olan matematikçi D-503 ün günlüklerinden oluşuyor. Roman bize, matematiğin mutlaklığı üzerine kurulu, herşeyin 2+2=4 kesinliğinde olduğu otoriter bir devleti anlatıyor. Bu “Tekdevlet” te insanlar, sayılar ile isimlendiriliyorlar; günlük hayatlarını bir çizelgeye göre yaşıyorlar. Mesela, her gün çan ile aynı saatte uyanıp, aynı anda kahvaltı ediyorlar vb. Hangi günler, cinsel ihtiyaçlarını karşılayacakları bile çizelgelerine göre belirlenmiş durumda.
İşte böyle bir yerde, kahramanımız D-503, asi ve farklı İ (numarasını hatırlayamadım.) ile tanışıyor ve deyim yerindeyse ona kör kütük aşık oluyor. Ancak İ, D-503 ün aksine, asi, kural tanımayan bir sayı, otoriter “Tekdevlet” i sorguluyor. D-503, İ ile tanıştıktan sonra, o ne derse sorgusuz sualsiz yapmaya başlıyor ve istemeden de olsa, hatta bu konuda kendine kızsa bile, o da “Tekdevlet” in kurallarını çiğnemeye başlıyor. Ancak ne İ nin asi fikirleri ne de başka bir şeyden dolayı yapıyor bunu, D-503 ün tek derdi İ i görmek, onun yanında olmak. Yani, D-503 sadece kör kütük aşık, ve her ne yapıyorsa ne asiliğinden, ne de otoriter “Tekdevlet” ten memnun olmadığı için yapıyor. Aksine hala “Tekdevlet” e bağlı olduğu için de, İ i görmek ve onu memnun etmek için yaptıkları yüzünden içsel çelişkiye düşüyor.
Anlattıkları değil, ancak anlatım şeklinden dolayı, kitabın anlışılabilirliğinin düşük olduğunu düşünüyorum. Bunda herşeyi kafası karışık D-503 ten dinlememizde etkili. Evet, ortada otoriter bir “Tekdevlet”, ve ona karşı olan bir grup var. Ancak kahramanımızın tek derdi İ ve ona olan aşkı olduğu için, bu distopik dünya hakkındaki sorularımıza çokta cevap bulamıyoruz.
Açıkçası ben kitabı çokta beğenmedim (belki çeviri yüzünden yazara haksızlık ediyor da olabilirim.), hele daha önce hiç distopya okumadıysanız tavsiye etmiyorum. Ancak, bu kitabın 1920 de yazıldığı ve diğer distopya romanlarına öncülük ettiği düşünülürse, o çok beğenilen kült distopayaların belki de esin kaynağı olduğu için okunabilir diye düşünüyorum.



İyi okumalar ! :)   * *